Yasemin Onat: İnsanoğlunun hüneri gerçek Mikailler’i doğurmak olacak

Yasemin Onat’ın ikinci öykü kitabı ‘Yakalı Toy Kuşu Uçsana’, Epona Kitap tarafından yayımlandı. İlk kitabı ‘Nihayetinde Dönülen Yerler’ ile edebiyat dünyasına merhaba diyen Onat, ‘Yakalı Toy Kuşu Uçsana’ ile kendine özgü üslubunu ve anlatım tarzını devam ettiriyor.

On bir öyküden oluşan öykü kitabı, beklenmedik anlarda yaşanan anlatıcı değişimleri, çeşitlenen, çeşitlendikçe derinleşen insanlık hâllerine yer veriyor.

Yasemin Onat ile öyküleri ve edebiyat yolculuğunu konuştuk.

‘EDEBİYATIM HAYATTIR’

‘Yakalı Toy Kuşu Uçsana’yı okurken tüm yaşamım gözümün önünde imgelere bürünüp resmi geçiş yapmış gibi hissettim. Çok zamanlı, çok katmanlı bir anlatımın içinde buldum kendimi. Öncelikle kullandığınız zamana ilişkin sormak istiyorum. İlk öykü kitabınız ‘Nihayetinde Dönülen Yerler’den bir hatırlatmayla. “Oysa geçmiş zamanın görülen ve duyulan her çekiminde tecrübeli, zihnimden çıkardığım şimdi ve gelecek tasasızlığı nedeni ile genişleyen usumda yayılan geniş zamanda da fena değilim” dediğiniz yerden, “Öykülerinde bilinç akışı yöntemini ustalıkla kullanan yazar…” ifadesine uzanış var. Bu genişliğin sınırı nedir?

Geçmiş, geçmiş hayatlar, sahiplikleri artık kilitli mekanlar, hakikatler, rivayetler, ansımalar ve anlar ve geçmiş ve anlar… Benim edebiyatımın çekirdeği geçmişin anlatımından öte değildir. İçinde bulunduğum yahut bilinçaltımda sessizce bekleyen olayları ve insanları edebi anlatımla bir akışa sürüklerim. İşte katmanlar böyle var olmaya başlar. Emsal olarak diyebilirim ki yer ile gök yedi katmandan var edilmişse edebiyatım ve semeresi nasıl katmansız kalabilir? Anneannem “İnsanın alacası içindedir” derdi. Kimsenin dışarıdan göründüğü gibi olmadığına dair. İnsan alacalı, yaratılış katmanlı, meyveler kabuktan çekirdeğe doğru ise bir öz var işte o da zamandır bende. Kurmacamı, geçmişi her bir anı ile hatırlayarak yeniden yaşanmasını ve canlandırılmasını sağlamak niyetiyle yazıyorum. Böylelikle geçmiş an’da vücut buluyor. Geçmiş hayatlar ise karakterlerde. Bir an için de olsa geçmiş şimdiki zamana evriliyor. “Geçişler ve sıçrayışlar”, “anlatıcı değişimleri” deniliyor her iki kitabımla ilgili değerlendirmelerde. Hayat bizden geçişler ve sıçrayışlar istiyor, kimi yok oluşlar ve yeniden, usanmadan dimdik duruşlar. Ve ne çok söz var uçuşan kuşlar gibi yükseğimizde, çamaşır tellerine mandallanmış rüzgarda salınan üstelik kaç çeşit anlatıcının dilinden dökülen. Edebiyatım hayattır.

Yasemin Onat

Sizi yakından bilen biri olarak yazdıklarınızda tek bir sözcüğü bile bilinçsizce kullanmadığınızı rahatlıkla söyleyebilirim. Kitabın ilk öyküsü olan ‘Vakit Şerham Şerham Gülhane Parkı’nda, “Muttasıl…” sözcüğüyle başlıyor. Neden bu kelime? Sizin düşünsel dünyanızda nereye değiyor “muttasıl” ve size nasıl eşlik ediyor?

Muttasıl, hiç durmaksızın, ara vermeksizin, boyuna. Öykümde, yağmura bu belirteci yakıştırırken bir yandan da öykülerinde bilinç akışını kullanmaya çalışan, yazı masası da işte orada tastamam duran, böylece kendisini yazar, sanatçı hatta aydın sanan fakat yazacak o öyküsü hiç olmayan bir bilinçaltına gönderme yapmayı da tercih ettim. Ne yazık ki bu alt bilinç bize ilkel atalarımızdan daha iptidai bir düşünüş sergiletir. Öyle ki orada sanmalar, kanmalar, sebepsiz aldanmalar ve neticede tüm bunlara kayıtsız inanmalar dünyası döner durur muttasıl. İşte o alem öyle sardı ki dört yanımızı, bu sarmalda biz de “Bir dost bulamadım gün akşam oldu” diyen Kul Himmet’in isyanına ortaklık ederiz. Bu sözcükle kitabı açarken okuruma aralıksız bir aldanıştan dem vurdum. Beni üzen bu aldanışa öfkem de vardı üstelik. Etrafımız yan yana, bitişik, birbirinden ayrılmaz, muttasıl “günümüz aydını” ile dolu ise yaşadığımız bu çepeçevre karanlık ve boğucu atmosferi kim yaratıyor. Herkes akil ise bilinci yettiği ölçüde, bu akışlardan sebeplenenler kim? Bu biteviye akış iyiliğe mi doluyor kötülük kuyularından mı su çekiyor? Durmaksızın, aralıksız bir çember gittikçe hızla dönüp alan daraltıyor. İşte o fasit daire bana da eşlik ediyor üstelik o yağmur ile birlikte…

‘YAZARIN EN BÜYÜK ALDANIŞI OKURU YAZDIKLARINI ANLAMAYACAK BİR NOKTADA GÖRMEKTİR’

“Metaforlu anlatımlarla metaforik ifadelerle kendimi ifade etmek bana hoş geliyor. Eğer geliştirebilirsem bu tekniğimi; bundan mutlu olacağım” demiştiniz ilk kitabınız için yaptığımız programda. Ben de “İnanç dağları yürütebilir” kelamına bir kez daha inandım sayenizde. Çünkü kullandığınız imgeler ve metaforlar gerçek anlamının yanı sıra başka göndermeleri de içeriyor. Her bir satırı, kelimeyi; durup durup hangi anlamlarda kullanılmış şaşkınlığı içinde okudum. Bu büyük bir keyifti aynı zamanda. Öyküler hem bağımsız hem de belirttiğiniz gibi muttasıl kelimesindeki sırra da dahil. Bu yöntemle okuyucu nasıl baş edecek? Sizin sırrınızı yakalayamayanların gözünde, tırnak içinde belirtiyorum ‘kötü yazar’ olmaktan korkmuyor musunuz?

Bu anımsatmayı bana iyi ki yaptınız, matematikte bir doğrulama yöntemi olarak sağlama, edebi eserde ise okurun inanç ve beklentisine teyel atmak. Sevindirdiniz beni, bana inancınızla. Bir anlatım ve kendimi ifade biçimi olarak metafor. Ben gündelik konuşma dilim ile yazı dilim arasına önemli bir fark olarak mecaz sanatını koyuyorum. Gün bizden yavaşlamayı, sabrı ve tahammülü eksiltirken yazı ve okuma bu çizgide elimizden tutuyor. Orada tasvirler, teşbihler, mübalağalar, tekrirler ve hüsnü taliller var. Orada sanat var. Aleladeliğe yer olmayan bir alanda elbette her satır yazarın gözünden, gönlünden gelen bir ışık demetidir. Hal böyleyken kurallı evrenin kuralsız hayalinde bir sır fısıldarsınız okura. Okur bu sırra dahil olmak isterse elinden hiçbir şey kurutulamaz çünkü okur nece akıllıdır. Yazarın en büyük aldanışı okuru yazdıklarını anlamayacak bir noktada görmek ve üstelik yazısı üzerinden kibre kapılmaktır. Ben kötü bir yazar isem okurdan ötürü değil ben kötü bir yazar olduğum içindir. Korkuysa, o bende yok. Kitaplarım daima yoldaşı olacak okurlarını buldular ve bulacaklar.

Farklı sıcaklıkları ve atmosfer olaylarını gösterirken ilginç bir şekilde dili kullanma yönteminiz göze çarpıyor. Bunu bir barometre gibi düşünürsek bunun derecelerinden birinde hoşgörüyle ılımlı hale getirilmiş biraz alaycı bir ruh; kendinden hoşnut bir ruh, biraz da yalnızlığını seven bir ruh ama müzikal neşesini kaybetmemiş Yasemin’i görüyorum. Siz bu barometredeki diğer derecelendirmelere daha neleri dahil edersiniz?

Evet ben onlarım. Ve o ılımdan, alaydan, kendi başınalık içindeki coşkudan dille ve onun üzerinden dünya ile rabıtamı kurarım. Dile yanaşırım, sokulurum, diller dökerim. Konuşma pratiğimde bu hal bir lafazanlık, şeffaflık değildir. Bundan da imtina ederim. Dil ve ifadeyi yazıda bayağılaştırmaktan da. Bu kıymetli alfabe, ondan teşekkül sözcükler ve yazarın mana yüklediği cümlelerin iletmeye çalıştığı anlam ve şifrelendirme beni kendisine hayran bırakıyor. Bunu okurluk keyfi olarak algıladığımdan bu yana yazarlığıma da taşıdım. Dilbilgisel cinsiyet bulunmayan bir dil olarak anadilim Türkçe de sözcüğün ağırlığını onu yazacağım olayın ağırlığı ile tartarım. Ardı ardına sıralarım bazen bağlaçları, yüklemleri cümlede olması gereken yerden uzağa koyarım kimi zaman, özneleri ötekilerden seçerim, nesneleri herkeste olanlardan, imlaları bazen okurun soluğu yetmeyecek genişlikte bırakırım, bilsin ki ben de oraları soluğumu tutarak kaleme aldım, derim ki şimdi sen anlat ve sonra öteki anlatıcıya sen devral hikâyeyi, ben yazdım sen karşıla der gibi okura. Bazen ağırdan alırım, sıkılır hızlanırım ama hepsinden öte ben bu işi ciddiye alırım.

‘YAZARİ GÖNÜLLÜ BİR ASKERDİR’

Balzac, insanın kendi iradesinden feragat etmesinden daha büyük bir utanç ve daha yoğun bir acı olamayacağına gönülden inananlardandır mesela. Yazarken feragat ettiğiniz şeyler nelerdir? Yaşamınızda ne gibi zorlukları barındırıyor?

Muazzam. Ve sanki benim kulağıma söylenmiş. İrade yalnız insana mahsus olan bir seçme özgürlüğüdür. Kişinin bir davranışı yapma ya da yapmama konusunda aldığı tüm kararlar bunun bir sonucudur. Öyleyse tümü ile yazma eylemi ve bu eyleme hasredilen çabaların yolunda gönüllü bir askerdir yazar. Yazmak için feragat edeceği son kale iradesi, bu yolda katlanılacak basamaklar, zorluklar ise vaciptir ona. Ben bazı yaşamsal deneyimlerden sonra kendimi sevdiğim şeyleri yapmaya, zamanı birlikteliğinden hoşnut kaldığım kişilerle paylaşmaya ve geleceğe dair planlar yapmadan yalın bir hayatı bugün için yaşamaya başlamıştım. Bu vites küçültme ve alan daraltma bana büyük bir genişlik olarak geri dönmüş, feragat ettiklerim azalmış ve hatta yazmak için bazı şeylerden feragat edecek kadarım. Seçme özgürlüğümdense asla.

İlk soruda belirttiğim geçişte en önde majör Mikail yürüyor. Öykülerin tınısına göre parmakları ve majör sopasıyla işaretler veriyor. Çoğunlukla akrobatik hareketlerle öykü kahramanlarını daha çok da okuyucuyu şaşkınlık ve beklenti içinde bırakıyor. Majör Mikail, öyküden öyküye kılık değiştiriyor. Tabi bu tebdili kıyafet gezme durumu, bir saklanma durumu değil. Aksine Mikailler şahsında kaybolmuş, kaybolmaya yüz tutmuş ya da görünür olması istenmeyen kimlikler görünür kılınıyor, belirgin hale geliyor. Neden Mikail? Kim bu Mikail? Ya da sizin anlatım tekniğinizle sorarsam; Mikail ile ‘Yakalı Toy Kuşu’ arasında edebi bir kan bağı, akrabalık var mı?

Bizim güzeller güzeli, övgüye layık, yergiden azade, ne eylerse güzel eyleyen (!) o irfan sahibi insanlığımız. Bu öyle bir insanlıktır ki içten çürümüş ve çoktan çökmüştür. Birbirinin içine saklanmış, tek olmaktan korkan ancak birbirine sığınınca büyük ve güçlü görünen matruşkadır tüm beşer. O son kafese kendini koyacaktır üstelik bundan habersizdir. Gökte uçan kuşa düşman, kök salmış ağaca hınçlıdır, sabilere acımasız ve ötekilere kördür. Varsa yoksa tek sanır kendini melek soyundan. Oysa tükettiği bir dünyanın kapıkulu dahi değildir, geçicidir. Bu kibir ve nefsi taşınmaz olur bir gün, toy kuşları gelir öcün alır o gün. Mikailler işte tam da bu günü bekleyenlerdir. Kuşlar, ağaçlar, çocuklar ve Mikailler o gün sual defterlerini açacak ve kısalar uzunlardan hakkın alacak.

Yakalı Toy Kuşu Uçsana,Yasemin Onat, 85 syf., Epona Kitap, 2024.

İlk öykünün sonunda göze çarpan “Berzahta bekliyorum koparsa kıyamet.” cümlesi var. Berzah, İslam inancında ölenlerin ruhlarının gittiği ve kıyamete kadar kaldıkları düşünülen âlem veya mekândır. Kâbir âlemi yani. Öyküler bu kadar karanlığı mı anlatıyor? Bir çıkış yolu yok mu? Ya da şöyle sorayım. Size yapılan dönüşleri de göz önüne aldığınızda, öyküleriniz nasıl algılanıyor? Sadece şikâyetname mi yoksa içinde umut ve isyan taşıyan bir manifesto mu?

İşte tam da az önceki cevabımın son cümlesinde uyandırırım kendimi. Kısım kısım yaratılmışların ahret sualleri için bekleştiği o beyaz örtülerin birinin altından da ben kalkarım. Etraf şimdikinden farksız, oysa bir yerlerde ateşler yanmalı, başlarında yüzleri ateşten kavruk kara zebaniler olmalıydı. Adreste bir hata yok tüm insanlık buradaysa. O vakit hata cenneti cehennemi dünyadan başka yerde sanmakta. Ben öykülerimde varlığı yokluk ile, iyiliği kötülükle sınarım. Bir duyguyu ancak madalyonun öteki yüzü ile açığa çıkartabilirim. Bu sebeple hafızayı nisyanla, ruhtaki isyanı itaatle tarifleyebiliyorum. Bu biçimde değerlendirildiğinde, öykülerimi kaleme alırken muradım yaşamı ve sürdürülebilirliği ifade etmektir.

‘EN ÇOK KENDİMİ VE GERÇEKLİĞİ MÜŞAHEDE EDERİM’

Yeryüzünde hiçbir zaman acılarını uykusunda bile yeterince dindiremeyen, adı sanı bilinmeyen sayısız insan tipi vardır. Orada merhametsiz ve acımasız olmaya yemin etmişler de var. Küçük bir kız çocuğunun anlatımında Aşkale sürgünü de hiyeroglif okuyabilen bilim insanı da. Bu geniş yelpazede nereye kadar seveceğimizi değil sevip sevmeyeceğimiz baştan belli olanlara odaklanıyor okur. Yanılıyor muyum? Öykülerinizdeki karakter seçiminde sizi etkileyen nedir?

Çok zaman derim, sevilmekten daha güzel bir şey varsa o da sevmeyi becerebilmektir. Çok sevilenlerin şanslı olduklarını bir yana koyarsak sevebilenler ne büyük meziyet sahibidir. Bizi bu duyguya taşıyacak, sevmek sonucuna yaklaştıracak yan duygular çoktan kodlarımıza işlenmiştir. Kişisel gelişimler, terapiler, aile dizilimleri bu işlemeler sırasında yapılan yanlışlıkların iyileştirilmesi için girip çıktığımız kapılardır. Oysa büyük mutasavvıf Hacı Bektaş “Her ne ararsan kendinde ara” diyor. Ben karakterlerimi kendimde arıyorum önce. Kendimde sevdiklerim, sevmediklerim ayrımı yapmadan. Arketipler falan diyerek kitabi konuşmayacağım üstelik. Yazarken ne form ne kural ne edebi akım ne de önüne post eki gelen kelimeleri düşünenlerdenim. Kuralsızım. İyi bir gözlemci ve izleyiciyim. Kişisel, ailevi ve çevresel zenginliğimi kullanmayı severim. En çok kendimi müşahede ederim, bir de gerçekliği. Karakter ve tiplemelerimden müteşekkilsem, rollere ve sahnelere girip çıkıyorsam bir ad ve san bulurum o anda. İşte o, onlar benim karakterim olurlar.

Yukarıda birbirine karışan zamanların ruhundan bahsetmiştim. Burada sadece birbirine karışan ruhlar değil diller de var. Bunu her iki kitabınızda da görüyoruz. Ermenice, Kürtçe, Farsça ifadeler ilk kitapta vardı hatırladığım kadarıyla. Bunda da Hemşince selamlama var. Bunu niye yapıyorsunuz?

Sadece Türkçe anlıyor ve yazabiliyorum. Oysa iki şeyi çok isterdim. Bir enstrümanı çok iyi çalmak ve bir başka dili çok iyi konuşabilmek. Tamam bunu yapamamış olabilirim fakat yaşadığım coğrafyadaki çok sesliliğe kulaklarımı nasıl tıkarım? Mikail Altar Hemşince biliyor ve o belki bizim komşularımızdan birisi, Mikail Müsavat bir Arap hemen sınırımızdan içeride pek çokları gibi, Bay Mikhael ise sınırımızdan tehcir edilmiş bir Rum. Duymak istiyorum ve duyuyorum. Sadece benim birkaç cümleden ibaret yazabildiğim o diller dışında tüm kitaplarımın başka dillere çevrilmesini öyle isterim ki…

Dili olduğu gibi kullanma dışında eski anlamlarına da göndermeler var. “Dilbend kökeninden. Dilbend, gönlü bağlayan bizde olmuş tülbent başabağlanan” da olduğu gibi. Bu hatırlatmalar ya da bildirmeler edebiyatçı sorumluluğunun başladığı yer midir? Bunun çerçevesi nedir?

‘Nihayetinde Dönülen Yerler’, Kültür ve Turizm Bakanlığından ilk kitap teşviki alırken gerekçesinde “Türk dili ve edebiyatına yaptığı katkı” ifadesi kullanılmıştı. Bu çok değerli. Edebiyatçının, ressamın, opera ya da tiyatro sanatçısının sorumluluğu dile karşı ne ise yekten bir yurttaşlık değeri ve sorumluluğudur bu benim için. Coğrafyamızda konuşulan diller ve sözcüklerin etimolojik kökenleri daima ilgimi çekmiştir. Bu bana bir oyun gibi de gelmeye başladı artık. Köken araştırma, kaynak ve dil tahmininde bulunma ve kimi çok benzer ifadeleri şaşkınlıkla karşılaştırma. Edebiyat ürünü vermeseydim de ki henüz kitaplarım yokken de severdim bu diğer, yan, eş, zıt anlam ve kökenleri.

Son sorumu yine sizin yazım tekniğinizi ödünç alarak ve tabi ki ‘Yakalı Toy Kuşu’na hem gerçek hem de mecazi anlamda yüklediğiniz mânayı kapsayacak tarzda sorayım. Günümüz Türkiyesi ve toplumsal koşullarımız gerçeğinde Toy Kuşu’nun, Toy Kuşlarının yaşama-uçabilme şansı var mı acaba? Ya da biraz gerçek üstü ama daha çok gerçek yeni Mikailler’e mi ihtiyaç var?

Bu soruyu 1 Nisan sabahı yanıtlıyorum. Geriye dönüp 2024 yılının 1 Nisan gününe baktığımızda kolektif hafızamızda güzel hatırlanacak günlerden gibi geliyor bana. Oysa günümüz Türkiyesi uzunca bir zamandır, toplumsal ve bireysel dayatmalar, kısıtlamalar, ötekileştirmeler ve nihayetinde kutuplaştırılarak saflara bölünmüş bir halk üzerinden yaşanırken, pek çoğumuz bu yaşam pratiğinin toyu ve kaybedeni olmaya mahkûm hisseder olduk kendimizi. Ben onlardanım. Yakalı bir toy kuşu muyum, yaralı bir toy kuşu muyum bilmiyorum. Yaralarıma yazarak kabuk bağlatıyorum. Ve başkalarının uçabilme şansına rüzgârımla da olsa fırsat yaratmaya çalışıyorum. Meleklerin, o latif ve ruhani cevherlerin, gerçek mahiyet ve asli kimlikleri insanın idrakinden ötedir. İnanıyorum, halis insanoğlunun hüneri gerçek Mikailleri doğurmak olacak.

Şair ve mutasavvıf Rabia Hatun’un ifade ettiği gibi:

Olsamdı ben semâ
Olsandı sen hevâ
Alsamdı ben seni
Dem dem nefes nefes…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir