Selahattin Demirtaş ve Yiğit Bener, ‘Arafta Düet’i anlattı: ‘Ezilenler kazansın diye uğraşıyoruz’

Selahattin Demirtaş ve Yiğit Bener’in hiç karşılaşmadan kaleme aldıkları ‘Arafta Düet’ romanı, 6 Temmuz’da Dipnot Yayınları tarafından okurla buluşacak.

Demirtaş ve Bener, T24’te Sibel Oral’a konuştu.

‘ROMAN YAZMAKTAN DAHA MASUM NE OLABİLİR?’

Ortak yazarla çıkarılan ilk kitap olması nedeniyle ne yaptıkları sorusuna Selahattin Demirtaş şöyle yanıt verdi:

“Valla ben bir şey yapmadım. Herkes de beni suçluyor, adım çıkmış dokuza inmez sekize. Ben gerçekten suçsuzum, niye kimse inanmıyor ya! Yiğit yaptı Yiğit, o da yapmamışsa Miki yapmıştır… Şaka bir yana soru gerçekten güzel ama ne yaptığımı ben de tam olarak bilmiyorum. Ben yazdım, Yiğit diye biri yazdı sonra bana dediler ki o yazdıklarınız roman olmuş. Halbuki Yiğit diye birini tanımıyorum bile, gerçekte böyle biri var mı ondan bile emin değilim. Yani Yiğit Bener vardır da… Yazıştığımız kişi hakikaten o mu, avukatlarım beni trolledi mi, emin olamıyorum. Aranızda Yiğit Bener’i şahsen tanıyanınız varsa bir sorsun lütfen, ‘Arafta Düet’in yazarlarından biri gerçekten kendisi mi? Değilse lütfen kusurumuza bakmasın, bir yanlışlık olmuştur deyin. Duyduğum kadarıyla kendisi en son Fransa’dan ‘Edebiyat Şövalyesi’ unvanı da aldı, kızdırmaya gelmez. Adam atına atladığı gibi ordusuyla Edirne’ye yürür mürür… Maazallah! Yok eğer ortak yazar kendisi ise ve bu eylemi üstleniyorsa, bari beni bulaştırmasın; zaten daha yeni 42 yıl ceza aldım, benim adımı vermezse sevinirim, yapsın bir şövalyelik.”

Yiğit Bener de, “Ben de masumum ve de suçsuzum. Künyemde bile yazıyor, bakabilirsiniz: Ben ‘kendi halinde bir edebiyatçıyım.’ Kaldı ki, roman yazmaktan daha masum ne olabilir? Hem… Ben de o öteki yazar Selahattin’i tanımıyorum. Hiç karşılaşmadım. Selahattin Demirtaş’ı bilirim elbette. O milletvekili ve parti başkanıyken mecliste bir kez tercümanlığını bile yapmıştım; ama ona sorsanız hatırlamaz. Doğaldır da. Tercümanın iyisi, varlığını hissettirmeyen kişidir. Hem… Her şey bir tarafa, aynı soruyu ben de sorabilirim: Bana el yazısıyla yazılmış birtakım mektuplar geldi, ‘Selahattin Demirtaş seninle roman yazmak istiyor,’ dendi. Olacak iş mi? Siyasetle uğraşanlar roman yazar mı? Bir insanın kaç kimliği olur? Karmaşık meseleler bunlar. Ama kandım tabii, yani kandırıldım. Şu da var tabii: Galiba bir şeyler yazdık gerçekten, evet… Ama yazdıysak da sorun bakalım, niye yazdık? Hem… Kim yazdı? Biz mi? Biz kim? Orası da karışık. Şövalye yazmış olabilir ya da öteki Selahattin…” diye konuştu.

‘SİYASİ TUTSAKLAR AÇISINDAN ‘OKUMAK’ BİR MECBURİYETTİR’

Bir araya gelmeden nasıl roman yazdıkları hakkında konuşan Yiğit Bener, “Bu olan bitenin asıl müsebbibi yüce devletimizdir. Çünkü Selahattin’le yazışmaya başlamadan önce de ‘Selo Başkanı’ bilirdim tabii ve kırk yılda bir gönül rahatlığıyla oy verebildiğim, üstelik mizah duygusuna sahip bir siyasi liderin hapse atılmasına çok içerlemiştim. O bizlerin de özgürlüğü için mücadelesinin bedelini öderken, bizler dışarıda ‘olağan’ hayatımıza devam ediyorduk. Bunu kanıksayıp ‘eh ne yapalım, bizim memlekette olağan işleyiş böyledir,’ diyemezdim. ‘Zayiat’ addedip başını çevirmek, her tür insani değere ihanet etmek olmaz mıydı? Onun hapiste geçirdiği süre uzadıkça, benim de üzerime çöken vicdani yük artıyordu. Dayanışma duygumu ifade etmenin bir yolunu bulamıyordum ve bu çaresizlik, tıpkı onun milyonlarca seçmeni gibi beni de kahrediyordu. Derken, Demirtaş’ın bir söyleşisinde edebiyata meraklı olduğunu, içeride bol bol kitap okuduğunu görünce bari Demirtaş’a kitap yollayayım diye düşündüm. Bir toplantıda tesadüfen avukatlarından biriyle tanışıp yardım istedim… Onun sayesinde, bizim ailede ne kadar yazar varsa, hepsinin kitaplarını bocaladım Edirne’ye…” ifadelerini kullandı.

Demirtaş da Bener’in sözlerine, “Aslında siyasi tutsaklar açısından ‘okumak’ bir tercihin ötesinde mecburiyettir; nitekim zaten ‘okuduğunuz’ için hapistesinizdir. Ayrıca yüzmeye, tenise, sinemaya, bowling salonuna gitmek gibi seçeneklerimiz yok! Vardı da biz mi gitmedik? O nedenle, hapiste kitap okumak candır. Gerçi en son bir maratona katılmak için cezaevi idaresine başvurdum, ama ‘yerin dar’ deyip reddettiler” diyerek karşılık verdi.

Demirtaş, “Bir aileden kaç yazar çıkar… Cezaevindekiler bile şaşırdı! Bu işte bir tuhaflık var diye derinlemesine soruşturma açtılar; kitapların elime geçmesi aylar sürdü!” dedi.

‘SEHER, YALNIZCA EDEBİYATI CİDDİYE ALAN BİR KALEMİN YAZABİLECEĞİ BİR METİNDİ’

Romanın asıl dönüm noktasının Demirtaş’ın ilk öykü kitabı ‘Seher’ olduğunu belirten Bener, “Hemen merak edip aldım tabii. Edebi kaygıyla yazılmış bir metin okuyacağımdan emin değildim açıkçası. Hapisteki bir siyasetçi, ‘dışarıya mesaj vermek’ amacıyla edebiyatı araç olarak kullanmak istese, buna kim karşı çıkabilir? Ya da oyalanmak için böyle bir hobi edinse, burun kıvırmak yakışık alır mı? Gel gör ki bir solukta okuduğum Seher dört başı mamur bir edebi eserdi: Yani yalnızca edebiyatı ciddiye alan esaslı bir kalemin yazabileceği türden bir metindi bu. Zaten Demirtaş bir başka söyleşisinde Gecenin Sonuna Yolculuk’u üç kez okuduğunu belirtmişti…” diye konuştu.

‘BİZ NE YAPIK ÖYLE?’

Bener sözlerine şu ifadelerle devam etti:

“Hemen Seher hakkında bir yazı döşendim, Cumhuriyet Kitap’ta yayımlandı. Kitabın en çarpıcı öykülerden biri, ‘Ah Asuman,’ şu cümleyle bitiyordu: ‘Hele dur bakalım, bunun altından nasıl kalkacağız.’ Burada yazar, hem yapılan iyiliğin karşılığının nasıl ödenebileceğini hem de sevimli bir hınzırlığın rövanşının nasıl alınacağını sorgulamıştı. Ben de Demirtaş’ın siyaset mahallesinden kalkıp bizim edebiyat mahallemize gelerek selam vermesine atfen, yazımı aynı cümleye nazireyle bitirmiştim: ‘Hele dur bakalım, bu selamın altından nasıl kalkacağız…’ Ama Selahattin bu! Tek seferle yetinmedi, ardından dört sıkı kitap daha geldi. Yani hâlâ o selamın altından nasıl kalkacağımızı bilemiyorum. Yine çok beğenerek okuduğum diğer kitapları hakkında da mutlulukla yorum yazdım tabii. Hele o Efsun… Dad.

Derken bir söyleşisinde Selahattin’in benden söz ettiğini, yani onun da benim selamımı aldığını görünce çok duygulandım. Ben önceleri vaktini çalmayayım endişesiyle ona yazmaya çekiniyordum, çünkü hapisteyken bile öyle bir mesaisi vardı ki! Hem siyasi mücadelelere hem edebiyata derinlemesine katkı sunuyordu, bir yandan da davalarla boğuşuyordu, yetmedi benim gibi hariçten gazel okuyan gevezelere de laf yetiştiriyordu. Belli ki onun bedenini içeride tutanlar, engin düş gücüne sahip Selahattin gibi bir yazar için edebiyatın müthiş bir firar aracı olduğunu hesaba katmamışlar.

Ben hapiste yazarlığın en büyük zorluğunun sevdiklerinden uzak kalmak olduğunu sanıyordum. Öyle ya, yazarken hepimiz iç dünyamıza çekilir, bir odaya kapanır öyle yazarız… Cehalet işte! Selahattin’in bir mektubundan anladım ki en büyük sıkıntılarından biri, okurlarıyla ve diğer edebiyatçılarla, meslektaşlarıyla doğrudan temas kuramamakmış. Bu aydınlanmam beni yüreklendirdi: Zanaatkâr meslektaş sıfatıyla edebiyat konusunda düzenli mektup arkadaşlığı önerdim ona. Öyleyken böyle… Bir baktık, önce mahcup mahcup, sonra hummalı bir şekilde sayfalarca mektuplaşmaya başlamışız. Derken birimiz (Selahattin’di sanırım) ‘bizim hayatımız da roman’ deyiverdi. ‘Ne romanı, nasıl yani, olur mu ki,’ falan dememize kalmadı… Üzerinde adlarımız ve ‘Arafta Düet’ yazan bir kitap kapağı geliverdi önümüze. Sahi Selahattin, Sibel haklı: Biz ne yaptık öyle yahu?”

‘MEKTUPLA HABERLEŞTİK’

Demirtaş, romanı nasıl yazdıklarını, “Evet mektuplaştık, benim internetim ve ketılım uzun süredir arızalı olduğundan mecburen mektup yöntemi ile haberleştik. Bir defa şunu söylemeden geçemeyeceğim; Yiğit iyi bir edebiyatçı, tamam eyvallah, ama ne kurgu üzerine ne konu üzerine ne dil-üslup üzerine vs. tek kelime konuşmadan, sadece akışına bırakarak tıpkı satranç hamleleri gibi yazmak büyük riskti, fakat Yiğit gerçekten çok iyi iş çıkardı. Onu kutluyorum bir kez daha. Beni arada hem fişekleyip motive etti hem de iyi bir edebiyatçıyla ortak kitap yazmış oldum ve bundan onur duydum. Sağ olsun, var olsun. Bilmiyorum, Yiğit’i yeterince övebildim mi?” diye anlattı.

‘TANIŞMAYAN İKİ YAZAR, SIRF MEKTUPLAŞARAK BİR ROMAN YAZABİLİRLER Mİ?’

Yiğit Bener ise süreçten çok keyif aldığını belirterek, şöyle konuştu:

“Selahattin çok haklı, ilginç olan husus, romanın nereye evrileceğini, bir sonraki bölümde öteki yazardan nasıl bir olay örgüsü geleceğini, hatta ne tür yeni karakterler yaratacağını, yani karşımıza ne çıkacağını bilmeden doğaçlama yazdık… Ve hiçbir bölümün içeriğini -çok sınırlı bir iki maddi rötuş dışında- sonradan gelenlere uydurmak amacıyla değiştirmedik. Bu yaklaşım, edebi teknik açısından da başlı başına irdelenmesi gereken bir mesele. Romandaki siyasi-felsefi değinmeleri de aramızda hiç tartışmaya gerek duymadık. (Zaten gerekseydi bile yüz yüze tartışmazdık, o ayrı mesele…) Ortak bir geçmişimiz olmadığı halde, yazdıkça adım adım gelişen -kendiliğinden diyebileceğim- sıkı bir siyasi/felsefi uyum oluşuverdi aramızda. Oysa bu tür konulara girdiklerinde kırk yıllık dostların, yoldaşların arasında bile görüş ayrılıkları patlak veriverir! Yani bunun büyük olasılıkla dünyada bir ‘ilk’ olmasının asıl nedeni, bir araya gelmeden yazmamızdan çok, öncesinde hiç tanışmıyor olmamız ve seçtiğimiz ‘satranç hamleli’ kurgu tekniğidir sanırım. (İyi akıl ettin Selahattin. Bunun patentini mi alsak ne?)

Özetle, ben kendi adıma yazar olarak da birey olarak da bu süreçten çok büyük bir keyif aldım, kendimi zenginleşmiş hissettim. Çıkan sonuçtan da müşkülpesent okur ve edebiyatçı kimliğimle dahi çok memnunum. Öte yandan, mektuplaşma konusunda kuşkularım var. Sizce daha öncesinden tanışmayan iki yazar, bir araya hiç gelmeden, sırf mektuplaşarak böyle bir roman yazabilirler mi? Bu bana inandırıcı gelmiyor. Edebi firarda gizlice buluşmuş olmamız daha büyük ihtimal değil mi? Zaten bazı çizer dostlarımız bu konuyu irdeleyen çizimlerini paylaşmaya başladılar bile; yenileri de gelecek sanırım. Acaba profesyonel ve amatör çizer dostlarımıza çağrıda bulunup bunu bir kampanyaya mı dönüştürsek: ‘Demirtaş ve Bener bu romanı acaba nerede buluşup yazdılar? Siz çizin bize yollayın, biz paylaşalım…’ Ne dersin Selahattin? Hatta ilk karikatürleri sen çizip bir fikir verebilirsin. Olur mu olur! Dur bakayım, romanın tanıtımını üstlenen genç arkadaşlara bir sorayım, onlar daha iyi bilirler… “

‘YAZARLAR KENDİLERİNDEN YÜZDE YÜZ BAĞIMSIZ ESERLER ORTAYA KOYAMAZLAR’

Oral’ın “‘Arafta Düet’in özneleri Ayvaz Paşa ve Sinan’ı, onların Türkiye tarihi boyunca yapıp ettiklerini ve yapıp edemediklerini yazarak kısa bir Türkiye tarihi yazdığınızı düşündüm. Siz ne düşünüyorsunuz?” sorusuna Demirtaş, “Türkiye tarihi, siyasal tarih falan yazalım diye başlamadık, aslında herhangi bir şey yazalım diye de başlamadık. Yiğit’in ve benim kişisel tarihlerimiz, hikayelerimiz romanı şekillendirdi elbette. Ne ben ne de Yiğit Türkiye’nin siyasal tarihinden kopuk, ayrı kişiler değiliz hatta bizzat o tarihin (ve de anın) özneleriyiz. Yazarlar kendilerinden yüzde yüz bağımsız eserler ortaya koyamazlar, bizim tüm kitaplarımız zaten ‘biz’di, haliyle Arafta Düet de öyle oldu” diye yanıt verdi.

‘KAZANANA KADAR DİRENECEĞİZ’

Demirtaş sözlerine şöyle devam etti:

“Kazanana kadar, tam bir demokrasiyi, eksiksiz özgürlükleri var edene kadar direneceğiz. Ama hapiste ama dışarıda, yürüyeceğiz üstüne üstüne, tüküreceğiz celladın yüzüne. (Ben hızımı alamadım sen devam et Yiğit, zaten daha yeni 42 yıl ceza almışım, şimdi ağzımdan TCK kapsamında münasebetsiz bir söz çıkar mıkar, neme lazım.)”

‘EZİLENLER KAZANSIN DİYE UĞRAŞIYORUZ’

‘Düet’in kazananlarının kim olduğu sorusuna ise Demirtaş, “Ezilenler, yok sayılanlar, yok edilenler kazansın diye uğraşıyoruz zaten. Düet’te egemenler, kendini bir …ok sananlar, zulmün temsilcileri kaybediyor, o günler illaki geliyor. Hep birlikte göreceğiz” dedi.

SÖYLEŞİNİN TAMAMI

(KÜLTÜR SANAT SERVİSİ)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir