“Yalnızdım. İçimde büyüyen boşluğun içinde yalnızdım.” ‘Hakkâri’de Bir Mevsim’de anlatıcının zihninden geçen bu cümle, Ferit Edgü’nün çocukluğundan beri yurt edindiği bir duyguyu dile getirmekle kalmaz. Yapıtın bütününü, onun hayatında bir milat olacak bu sarp coğrafyaya ve onun çaresiz insanlarına yakılmış bir ağıda dönüştürür. Edgü’den bahsederken Türk öykücülüğünde çarpıcı bir dönüşüme ön ayak olmuş “1950 Kuşağı”nı anmak adetten olsa da, bu veda yazısında onun ayrıksı yanları vurgulanacak. Edebiyatta bireyin, dilde imgenin ön plana çıktığı o yıllarda Edgü, öykülerinde bireyin toplumsal baskılar karşısında düştüğü çıkışsızlığa odaklandı ve bunu derin ruhsal çözümlemelerle işledi. Ayrıca tekil bir gerçeğin olmadığı düşüncesinden hareket eden yazar, yapıtlarında gerçeğin farklı boyutlarını farklı bakış açıları kullanarak irdeledi. Nitekim hayatının rotasının Paris’ten Pirkanis’e kırılışı ilkin talihten talihsizliğe uzanır gibi gelse de, sonradan “doğu” ile olan bu karşılaşmasının bambaşka bir yazınsal anlayışın “doğum”una yol açacağını görecekti. Ortak bir konuşma dilinin dahi bulunmadığı o uzamda, yazma eylemi bir hayatta kalma aracına dönüşürken yazarsa dilin olanaklarını zorlamaya yönelecekti.
“Eksik bir şey var./ O akşam da eksik bir şey vardı./ Tüm yaşamım boyu eksik bir şey vardı./ Hiçbir zaman bulup çıkaramadım.” Edgü’nün ‘Bir Gemide’ adlı kitabında yer alan bu cümleler okuru enginlere sürükleyecek niteliktedir. 1978 yılında yayımlanan bu yapıtıyla, yazarın “ilk göz ağrım” dediği öyküye dönüş yaptığı söylenebilir. Bireyselin ötesine uzanan ve toplumsal bir felaketin izlerini taşıyan kitap, aslında 1980 askeri darbesini önceleyen kaotik ortamın alegorik bir ifadesidir. Nitekim yazar, 1982 tarihli öykü kitabına da ‘Çığlık’ adını yakıştıracaktır. “Konuşan hayvanların, susan insanların, sesli ve sessiz çığlıkların öyküleri” olarak sunulan bu yapıt, dönemin yarattığı karamsar havayı taşır. Bir başka deyişle, memleketin ahvali her daim onun satırlarına sinecektir. Edgü’nün bugün yetmiş yıla varan yazınsal ve dilsel arayışları okuru her seferinde yeni ufuklara taşısa da, yaşamın bir türlü doldurulamayan boşlukları karşısındaki karamsarlığı hiç dinmeyecektir: “Bu yaştan sonra? Bulsan ne çıkar? Bulsan da artık neye yarar?”
‘UMUT ALDATICI, UMUTSUZLUK DOĞURGAN’
Edgü’nün yapıtlarının bütünü göz önüne alındığında, yalnızlığın ardından umutsuzluk en temel harç olarak kendini belli eder. Ancak bu asla bir yakınma olarak aktarılmaz; aksine dayanma gücünü arttıran bir varoluş biçimi olarak sunulur. Zira yazara göre, umudun değil, umutsuzluğun büyük bir gücü bulunur. Umut aldatıcıyken, umutsuzluk doğurgandır. Nitekim bir söyleşisinde Fransız şair René Char’ın şu eşsiz dizesine atıf yapacaktır: “Umuda borçlu olanlardan değiliz”.
1990’lı yıllarda verdiği eserlere topluca bakıldığında, Edgü’nün “minimal öykü” diye adlandırdığı kısa öykü anlayışını benimsediği görülür. Hatta 1999’da yayımlanan ‘İşte Deniz, Maria’ adlı kitabına gelindiğinde, “tüm fazlalıklardan arındırılmış, ayıklanmış, ‘dil’in içindeki cevhere varmaya çalışan” metinlerle karşılaşılır. Yazarın görsel sanatlardan ödünç aldığı “minimal” sözcüğüyle ifade ettiği ve “az sözcükle çok şey anlatmak” amacını güden bu tercihinin, aslında okura alan açmak ve onun düş gücüne inanmak anlamına geldiğini vurgulamak gerekir. Bu yalınlık arayışını, yine bir başka söyleşisinde Fransız heykeltıraş Auguste Rodin’in şu sözüyle açıklaması tesadüf değildir: “Taşın fazlasını atıyorum, ortaya heykel çıkıyor”. Edgü de dilin içindeki cevheri bulmak için her türlü fazlalığı atmayı göze almış, böylece yalın bir anlatım ve duru bir dile ulaşmış bir söz ustasıdır. Kuşkusuz onun gençlik yıllarında İstanbul’da başlayan ve Paris’te devam eden resim öğreniminin, hem yaşamının hem de yazın hayatının merkezinde durduğu unutulmamalıdır. Yapıtlarının teknik ve kurgusal açıdan görsel sanatlarla ilişkili oluşu da bundandır. Zaten yazar bu ilişkinin hayati işlevini şöyle vurgulamıştır: “Yazı sanatında karşılaştığım sorunların büyük bir bölümünü resim sanatındaki bilgimle çözümledim.”
Bu noktada, Edgü’nün yazarlığa bakışının özgünlüğüne dikkat çekmek önem taşır. Örneğin, deneme alanında verdiği eserlerden biri olan ‘Tüm Ders Notları’nda, on altı yaşında eline kalemi almak yerine “malayı, çekici, keseri almış olmayı yeğlerdim” der. Sanat ve zanaat arasındaki keskin ayrımı kıran Edgü’nün zihninde, tekhne kavramını çağrıştıracak biçimde, bilgi ve becerinin bir araya geldiği yaratıcı eylemin kendisinin kutsandığı düşünülebilir. Emeğin ve sabrın değerini teslim eden yazarın, yazıyla kurduğu ilişkide kendini “çekingen, korkak ve acemi” olarak ifade etmesi ilginçtir. “Oysa elimde mala, çekiç, keser olsaydı, şimdi kuşkusuz eşsiz bir ustaydım” der. Ona göre, dile şekil vermek taşı yontmaktan da zordur anlaşılan.
Yapıtlarında edebî türlerin ve dilin sınırlarını zorlayan Edgü’ye veda etmekse en zoru. Hele ki bu satırların yazarı gibi, onun sözcüklerinin çağrısına kapılıp yerin altındaki cevherleri bırakıp edebiyata yelken açmış biri için. Homeros’tan bugüne bilinen hikayedir; deniz her daim dalgalı, denizci sirenlere sevdalı, gemiyse kayalıklarda parçalanmaya yazgılıdır. Yine de Edgü gibi dört başı mamur bir sanatçıyla “bir gemide” yol almış olmak paha biçilemez bir şanstır. Arthur Rimbaud’nun ‘Sayıklamalar’ından hareketle, ona “büyücü” yakıştırması yapmıştım yıllar evvel; sesler kadar sessizliği, satırlar kadar boşlukları ve yazdıkları kadar yazmadıklarını da düşündürdüğü için. Şimdi geride “ne kadar kısa yaşıyoruz, ne uzun ölüyoruz” sözü yankılansa da, sözcükler de seyir de sonsuzdur aslında. Alesta tramola kaptan!