ANALİZ: Çin Batı’yı bölüyor, Batı’nın zaaflarını biliyor

Bordachev, Çin’in son yıllarda Avrupa kıtasına yönelik ekonomik hamlelerini ve ABD ile arasındaki gerilimi Rusya açısından değerlendirirken, “Pekin, AB’nin önde gelen devletlerinin ilişkileri koparmak istemediğini biliyor ve onların kararlı kalacağına inanıyor.” ifadesini kullandı.

ANALİZ: ÇİN, BATI’YI BÖLECEĞİNİ UMUYOR VE ZAYIF HALKANIN NEREDE OLDUĞUNU BİLİYOR

“Paranoyakların bile gerçek düşmanları vardır” sözü, geçmişin önde gelen bir siyasi figürüne atfedilen ünlü bir aforizmadır. Bunun anlamı, etrafınızdaki herkesten bir komplocu olduğundan şüphelenme alışkanlığının bile bu tür şüphelerin asılsız olduğunun garantisi olmadığıdır. Dolayısıyla İngiliz ve Amerikalı gözlemcilerin Çin Devlet Başkanı Şi Jinping’in Fransa, Macaristan ve Sırbistan’a yaptığı ziyarete tepkisi prensipte haklıdır.

Şi’nin gezisi geçen hafta gerçekleşti; gezinin bir özelliği de Çin liderinin üç Avrupa ülkesinde de sıcak bir şekilde karşılanmasıydı.
Ancak ABD ve İngiltere’nin tedirgin tepkilerinin bir nedeni var:

Çin, aslında Batı’yı bölme yönünde bahis oynuyor. Daha spesifik olarak, dünya meselelerinde hegemonyasının çöküşünü engellemeyi amaçlayan geniş Batı koalisyonunun “zayıf halkası” olarak Fransa, Almanya ve diğer bazı AB devletlerini kullanıyor.

Böyle bir bölünme ABD’nin Batı Avrupa’daki konumu açısından ölümcül olmayacaktır; sonuçta Amerikalılar küçük müttefikleri üzerinde sıkı bir kontrole sahip. Ancak Çin ile kıta Avrupası’nın bir kısmı arasındaki yakın ilişki, mevcut pozisyonlarındaki birçok boşluk nedeniyle “yıpranmış” olan ABD diplomasisi için bazı sorunlara neden olabilir.

Şunu belirtelim ki Çinli yetkililer hiçbir zaman Avrupalıları ABD’den ayırmak istediklerini söylemediler. Üstelik Pekin, kamuoyuna yaptığı açıklamalarda bunu her zaman vurguluyor ve bunu kapalı iletişim kanalları aracılığıyla uzman topluluğa açıkça ifade ediyor. Bunu o kadar inandırıcı bir şekilde yapıyor ki, bazı Rus gözlemcileri bile endişelendiriyor. Ancak gerçekte Çinli dostlarımızın kolektif Batı’nın dar saflarına şüphe tohumları ekme yönündeki her türlü çabasını memnuniyetle karşılamalıyız.

Çin’in eylemleri çeşitli niyetlere, varsayımlara ve dünya siyasetine ilişkin öznel görüşüne dayanmaktadır.

Birincisi Pekin, ABD ve müttefikleriyle doğrudan çatışmaya girme sürecini mümkün olduğu kadar ertelemeye çalışıyor. Bu yüzleşme doğası gereği stratejiktir ve dünya kaynaklarına ve pazarlarına erişim için temel rekabetle bağlantılıdır. Bir başka potansiyel parlama noktası ise Çin’den fiilen bağımsızlığını koruyan ve silah tedarik etmeye devam eden ABD tarafından desteklenen Tayvan adasıdır.

Prensip olarak Batı Avrupalıların ABD ile Çin arasındaki çatışmada önemli bir çıkarı yok. Buna katılma konusundaki tutumları tamamen olumsuzdur. Bu yüzleşme iki şekilde değerlendirilmektedir. Bir yandan, Çin’le karşı karşıya gelmek ABD’nin Avrupa’daki varlığını azaltmasına ve Rusya’yla savaşmanın yükünü Batı Avrupalı ​​müttefiklerine yüklemeye devam etmesine yol açabilir. Öte yandan Paris ve Berlin, Batı’daki konumlarını güçlendirme ve Moskova ile ilişkilerin kademeli olarak normalleşmesini sağlama fırsatına sahip. Her ne kadar bir dizi kısıtlamanın baskısı altında olsa da, uğruna çabaladıkları şey açıkça ikincisidir.
Bu davranışa dayanarak Pekin, Batı Avrupa’nın tutumu ne kadar belirsiz olursa Washington’un Çin’e karşı o kadar geç kararlı bir saldırı başlatacağına inanıyor gibi görünüyor. Bu sonuçta Çin’in ana stratejisinin lehine işliyor: Çinlilerin haklı olarak korktuğu şey, doğrudan silahlı çatışmaya girmeden ABD’yi yenmek.

İkincisi, Pekin’in Batı Avrupa ile ekonomik bağlarını kesmek kesinlikle yerel halk için bir darbe olacak, ancak Çin’in refahına ve ekonomisinin durumuna daha da zarar verecek. Şu anda AB, Çin’in ASEAN ülkelerinden sonra ikinci önde gelen dış ekonomik ortağıdır. Bu, tüm ülkeleri hesaba katıyor, ancak elbette herkes en büyük katkıyı sağlayanların kıtasal ortaklar (Almanya, Fransa ve İtalya) olduğunu biliyor. Biraz da Avrupa’nın ulaşım merkezi olarak Hollanda. Yani Çin’in bu ülkelerle ilişkileri sıcak olarak nitelendiriliyor ve karşılıklı ziyaretlere her zaman yeni yatırım ve ticaret anlaşmalarının imzalanması eşlik ediyor.

Bu nedenle, Batı Avrupa ile ilişkilerin kopması bir yana, erozyonu bile Çinli yetkililerin 1970’lerden bu yana elde ettiği temel başarı olan halkın refahını sağlayan Çin ekonomisi için büyük bir tehdit oluşturuyor. Pekin bunu riske atmak istemiyor çünkü aksi takdirde hükümetin politikalarına temel destek kaynağı ve ulusal gurur kaynağı ortadan kalkacak. Üstelik Çin, Batı Avrupalıların ABD’nin Rusya’ya karşı yaptırım kampanyasına katılma konusunda ne kadar isteksiz olduklarının çok iyi farkında. Bu, önde gelen AB ülkelerinin Çin ile ekonomik bağlarını isteyerek kesmeyeceğinin kanıtıdır. Başkan Şi’nin özellikle ciddi bir şekilde sıcak karşılandığı Sırbistan örneğinde, siyasi pozisyonları Batı’dan devralma fırsatı var. Sırbistan’ın AB’ye veya NATO’ya katılma ihtimali yok, dolayısıyla Çin, parasıyla Belgrad için gerçek bir alternatif.

Üçüncüsü, Çin, ekonominin dünya politikasında merkezi bir rol oynadığına içtenlikle inanıyor. Kadim köklerine rağmen Çin dış politika kültürü aynı zamanda Marksist düşüncenin bir ürünüdür. Temel, siyasi üstyapı açısından hayati öneme sahiptir. Özellikle Çin’in son yıllarda dünyadaki siyasi konumunun ekonomik başarısının ve kendi yarattığı zenginliğin bir ürünü olduğu göz önüne alındığında, bu görüşe karşı çıkmak imkansızdır.

Ekonomik başarının, Pekin’in dünya politikasındaki gerçekten önemli sorunlardan herhangi birini (Tayvan sorunu, Tibet’in Çin olarak tam olarak tanınması veya Vietnam ve Filipinler ile denizdeki toprak anlaşmazlıkları) çözmesine izin vermemesi önemli değil. Önemli olan Çin diplomasisinin sesinin dünya siyasetinde duyulmasıdır. Bu, anavatanlarının parlak geleceğine duydukları güvenin ulusal dış politikada önemli bir faktör olduğu sıradan Çin vatandaşları tarafından da fazlasıyla hissediliyor. Sonuç olarak Pekin, güçlerinin ABD’nin maceracı politikalarını dizginlemesini sağlamanın en kesin yolunun AB ile ekonomik bağları derinleştirmek olduğundan emin.

Peki, Batı Avrupalıların Çin ile ilişkilerden neye ihtiyacı var? Burada işler farklı. Almanya ve Fransa için Çin’in ekonomik yönü önemli. Şi Jinping’in ziyaret ettiği küçük ülkeler, Çin yatırımlarının Brüksel ve Washington’un etkisini dengelemesini istiyor. Macaristan’da Çin’in ekonomik varlığı her zaman önemli olmuştur.

Siyasi açıdan bakıldığında Çin, Fransa’nın ABD’ye tam itaat ile bir dereceye kadar bağımsızlık arasında manevra yaparken yaptığı bir başka iddiadır. Paris’in Çin’in Ukrayna kriziyle ilgili planlarını desteklemesini ciddi olarak beklediğine inanmak için hiçbir neden yok. Pekin’in Moskova üzerindeki ciddi etkisine de güvenmiyorlar; Emmanuel Macron olsa bile o kadar da aptal değiller. Ancak Paris’te Fransız diplomasisi için bir kaynak olarak görülen şey tam da Çin lideriyle yapılan toplantılar ve müzakerelerdir. Tıpkı Kazakistan’ın Rusya ile müzakerelerde Batı veya Çin’i ile teması kaynağı olarak görmesi gibi. Elbette orada kimse ABD’yi kızdırmayacak; bunun için ciddi misillemelerle karşılaşabilirler. Ama küçük bir bağımsızlık oyunu oynamayı asla reddetmeyecekler.

Tüm bunların Rusya açısından ne bir dış politika sorunu, ne de konumumuza (Rusya) yönelik bir tehdit olduğunu söylemeyi cüret ediyorum. Moskova ile Pekin arasındaki ilişkiler, birbirinin arkasından ciddi entrikalara girişecek düzeyde değil. Hatta Çin ile Batı arasındaki rekabetin yavaşlaması ve çatışmaya doğru kayma başlı başına taktiksel açıdan avantajlı bile olabilir: Rusya’nın dünya ekonomisinin çöküşüyle ​​veya Pekin’in Amerikan saldırısını savuşturmak için tüm kaynaklarını yoğunlaştıracapına inanmak için hiçbir neden yok.

Russian Today

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir