Kitaba geçmeden önce yazarın biyografisine göz atalım. Ortaokulu Avusturya Lisesinde okur, daha sonra tahsiline devam etmesi için ailesi tarafından İsviçre’ye gönderilir. 1975te Lozan Tıp Fakültesi’nde Tıp tahsilini tamamlar. Almanya’da bir süre dahiliye asistanı olarak çalıştıktan sonra branş değişikliği yapmaya karar verir ve İsviçre’de Psikiyatri uzmanlık eğitimine başlar. Uzmanlığını Zürih Üniversitesi Hastanesi’ne bağlı Burghölzli Psikiyatri Hastanesi’nde tamamlar. Ardından Flufenazin Dekanoat nöroleptik çalışması ile doktora tahsilini tamamlar. 1987 yılında Türkiye’ye yerleşir. Çalışmalarının neticesinde “Nefs Psikolojisi” adını verdiği yeni bir yaklaşım (ekol) meydana gelir. Nefs Psikolojisi araştırmaları, Batı Psikoloji’sinde mevcut olan yapısal ve işlevsel kuramlara yeni boyutlar katar: Çok Mertebeli ve Dinamik Nefs Yapısı (Multi-Level and Dynamic Existential Psychic Structure); Bilinçdışı kategorileri (Lower and Higher Unconscious Categories); Hâl Psikolojisi (Psychology of Human Subtile States) bunlardan bazıları imiş. Ayrıca Matrix Sendromu (Matrix Syndrome) adını verdiği, yaygın adıyla “ekran bağımlılığı” yeni çağ küresel sendromunun tehlikelerini ve risklerini psikolojik açıdan tetkik ederek toplumsal bir farkındalık kazandırmaya katkı sağlar. Dokuz Yüz Katlı İnsan (2007) ve Nefs Psikolojisi ve Rüyaların Dili (2014) adlı iki kitabı vardır. Şu sıralar, sekiz yıl önce başlamış olduğu ve yeni tamamladığı Kuran-ı Kerim’in Psikolojik Açıdan Tefsîri çalışması yayın sürecindedir.
Bu yaklaşımı mümkün kılan psikolojik düşünce sistemini Rollo May, Abraham Maslow, Carl Rogers ve William Coulson’ın “İnsancıl Psikoloji” yaklaşımında buluyoruz. Psikoterapide hastalara self actualization adı altında esas otoritenin dışarıda değil, kendi içlerinde olduğu mesajı verilirken satır arasında da bedensel ve olabilecek tüm diğer hazların sınır tanımadan yaşanması telkin ediliyor. Bu yaklaşım Varoluşçu Psikoloji ile birleştiğinde, “Var olmak istiyorsan özgürce bütün potansiyelini yaşa” neticesi çıkıyor. Ayrıca bu yaklaşımın arka planında yer alan Varoluşçu Felsefenin (G. Kneller), öğretmenin kendi değerlerini kabul ettirmeye çalışmaması ve öğrencisine “sen istediğin gibi seç” demesidir.
Değerleri Yeniden Belirleme projesinin yayılmasına sebep olan Raths’ın ilham aldığı bir diğer filozof John Dewey eğitimde reform yapmak isteyen, fakat aynı zamanda ölçülü, güzel ahlakı teşvik eden bir eğitim sistemini savunuyor. Bu sistem aslında bizim kadim rüşd usulümüze benzemiyor mu? Yani talebe eğitimde pasif kalmamalı ve doğruları bulmak için çaba göstermelidir. Ama aradaki fark: rüşd usulünde ilahi rabıta ve bir mürşid-i kamil var. Mürşid sadece sözleri ile değil, halleri, Kur’an-ı Kerim kaynaklı güzel ahlakı üzerinden doğruyu bulduruyor.
1850lerde İngiltere Victoria döneminde toplumda kadınlar için var olan kısıtlamaları düzeltmek için başlayan feminizm hareketi, 1960larda özellikle ABD’de politik bir harekete evrildikten sonra 1990lardan itibaren bir “erkek kadın” yaratma projesine dönüşüyor. “Mona Lisa Smile” filminde Julia Roberts göreve başladığında öğrencilerini erken yaşta evliliğe ve annelik eğitimine karşı çıkmaya yönlendiren bir profesörü canlandırıyor. “Bend it like Beckham” filminde yarı Hintli yarı Asyalı bir genç kız, ailesinin karşı çıkmasına rağmen futbolcu oluyor. Million Dollar Baby’de Clint Eastwood Hillary Swank’i boks şampiyonu yapıyor. Yani yazara göre sürekli fıtrata, sağduyuya aykırı bir kadın ideali modeli yaratılmak isteniyor. Öyle ki bütün savaş filmlerinde erkek askerlerin yanında, çoğu zaman erkekleri yenen savaşçı kahraman kadınlar var! Olimpiyatlarda ise başarılı sporcu kadınlara hormon testi yapıyoruz.
Judith Butler gender teorisinin manevi babası. Undergoing Gender (Cinsiyeti Çözme) kitabı her türlü cinsel sapıklığın (başta lezbiyenlik) meşrulaştırılması üzerine kurulmuş. Daha da ötesi sübyancılığı gündeme getiriyor, uluslararası lezbiyen ve gay gündeminin görevinin insanın yeniden yapılandırılması olduğunu belirtiyor: “Belirli bir norm kümesinde görmek gibi bir arzu yoksa, bu cinsel yönelim hastalık gibi görülmemeli, eşcinsel evlilikler varsa çocuk evlat edinme veya yapay döllenme mümkün olmalı, ensest iki tarafın rızası varsa olabilir, kimsenin kimseye hesap verme zorunluluğu yoktur.” diyor. Diğer tarafta, Fransız filozof Agacinski toplumsal cinsiyet ve queer teorisini Fransa için canavarca yaşanılacak bir gelecek olarak tanımlıyor, eşcinsel ebeveynliğini doğadışı görüyor, çocuğun hem anne hem babaya ihtiyacı olduğunu ifade ediyor, eşcinsellerin çocuk büyütmesinin yapay bir insanlık olduğunu söylüyor.
Halbuki psikiyatri ve psikoloji alanında da Freud, Jung ve Adler eşcinselliğin insanın gelişim evrelerini engelleyen bir hayat tarzı olduğuna işaret ediyor. Psikolog ve psikiyatristler de aslen somatik ve psikolojik olumsuz sonuçları gözlemlemişler. Ama 1952de DSM tanı kriterlerinde eşcinsellik “sosyopatik kişilik bozuklukları” altında yer alırken 1968de bu kategoriden çıkarılıyor, diğer cinsel sapmalarla birlikte sınıflandırılıyor. 2013te cinsel yönelimlerle ilgili hiçbir tanı kalmıyor, hangi cinsel sapıklık olursa olsun artık hastalık olarak görülmüyor. “Born that way” teorisini güçlendirmek amacıyla uyduruk genetik/hormonal/nörofizyolojik teorilere ağırlık veriliyor, diyor yazar.
İki cinsi birbirinden ayıran yapısal kodlar ve anatomik ve fizyolojik farklılıklar bulunuyor, diyor. Ama medyanın erotize edilmiş hemcins ilişkileri teşvik edici tesirini, internet pornosu velhasıl beyin yıkamaları yanlış giden psiko-gelişimsel sürece dahil etmek gerektiğini belirtiyor. Ve diyor ki: Bilakis çocuk ve ergenlerin trans olma heveslerinin geçici olduğunu gösteren çalışmalar mevcut; Amerikan Psikiyatri ve Psikoloji dernekleri trans kimliğinin dalgalı olduğunu ve büyük çoğunluğun kromozomik cinsiyetleri kabul edeceklerini beyan ediyor.
Yazara göre; materyalist paradigma dini Türkiye’de İttihat ve Terakki hareketi üzerinden geliyor; aklı ve bilimselliği ön plana çıkarıyorlar.
Yuval Noah Harari’nin Homo Deus adlı kitabından örnekler veren yazar; ölümsüzlük müjdelerini, mutluluğun artması ile ilgili öngörülerini, oysa kaygı hastalıkları artışta, ruh diye bir tespitin olmadığını belirtmesini, bilincin karmaşık sinir ağlarının ateşlenmesi olduğunu söylemesini, teknolojik hümanizm fikrini, tercihlerin beynin elektrokimyasal süreçleri olduğu fikrini, yani özgür irade yoktur diyor kitapta, yapay zekanın üstünlüğü iddiasını, bazı insanların sürümleri yükseltilmiş süper insan eliti oluşturma iddiasını oldukça yadırgıyor. Ekran zamanındaki artışla gelen sanal bağımlılık artışı depresyon, kaygı gibi hastalıklarla en büyük tehlikeyi oluşturuyor.
Tüm dünya sosyal medyanın, arama motorlarının etkisi altında!
Şimdiden duyar gibiyim yorumlarınızı, suçlamalarınızı …
Baştan söyleyeyim, ben sadece inanmış bir Müslümanım, elhamdülillah.
Sağcı, muhafazakar gibi eski moda ve şimdi bilmem ne diyorlarsa, onlardan değilim.
Mustafa Merter’in gayretini takdir ettim. Haklı bir savunma içgüdüsüyle cesaretle analiz ve savunmalar yapmış. Tarafsızca aktarmaya çalıştım. Yorum yapmadım. Zira benim yaklaşımım farklı olurdu.
İnanç doğmadır, teslimiyettir. Batılı tasvir etmek ve çare, izah aramak beyhudedir.
Mühim olan gerçekleri bilip anlamaktır. Detay tartışmak bana göre değil; işi başından doğru tutmak gerekir. Mesela kadına bir eşya, mal gibi davranmak yanlıştır. Din erkeklere mahsus değildir ve ruhbanlık yoktur; asabiyet yoktur. Rabbim tüm yarattıklarına bu dünyada Rahmandır. Biz kendimizi doğrultmazsak nafiledir.